23.06.2015

Çatallar Bıçaklara Karşı


Bir belgesel izledim hayatım değişti... Desem yalan olmaz, ama tam doğru da değil. Geçen hafta izlemiş olduğum 2 farklı belgeselden bahsedicem kısaca. Biri "Hungry for Change" diğeri de "Forks over Knives". Bu belgeselleri nasıl buldum, nerden çıktı bu merak kısaca anlatayım.

Özellikle son 3 aydır projeler, finaller, stres, Edinburgh'da son 3 ayım, aman görmek istediğim yerleri görmeden dönmeyeyim, sonrasında gezmeceler derken aşırı yeme olayının son noktasına geldiğimi hissettim. Hatta son nokta dediğim an Isle of Skye'da ( söylemeden geçemiycem, muhteşem ötesi bir yer, yakında gezinin detaylarını da yazacağım buraya, inşallah maaşallah:)) bir akşam yediğim taze deniz ürünlü makarnanın üzerine, yatmadan önce kocaman bir "sticky toffee pudding"i mideye indirmem dolayısıyla gece karın ağrısı eşliğinde terleyerek, kabuslar görerek uyanmamla başladı. Sonrasında hemen moda giremedim tabi, tatil devam etti. Tatilin de anlamı değişik yerel lezzetler denemek benim için tahmin edersiniz.

Sticky Toffee Pudding

Tatil bitiminde hemen 5 günlük bir detoks diyetine başladım. 5 gün boyunca hiçbir şekilde tuz, un, şeker hatta et de olmadan yalnızca çiğ sebze-meyve ve baklagillerle beslendim. O 5 günde hissettiğim mutluluğu, enerjiyi ve huzuru gerçekten anlatamam. Öyle ki, tatil sonrası sendromu bile yaşamadım. :) İlk önce düşük kalorili beslenmenin getirdiği vicdan rahatlığı diye düşündüm ama sonrasında farkettim ki yediklerim gerçek anlamda psikolojik olarak beni çok etkiliyordu. Bu ani değişim fizyolojik hatta kimyasal bir şey olmalı diye düşündüm ve biraz araştırdım. Bu konuda yazılmış binlerce makale, blog, kitap var. Özellikle şekerin, hatta işlenmiş gıdaların vücudumuza ne şekilde zarar verdiğini, sürekli acıkmayı nasıl tetiklediğini, hızlı yaşam biçimimizin bizi bunlara nasıl bağımlı yaptığını, biz kadınların çikolata krizleri neden oluyor, fast food zaafı nasıl oluşuyor vs gibi durumların bilimsel açıklamalarını okudum. İlk adım olarak da kola, fanta, kutuda şişede satılan meyve suları gibi tamamı şekerden ibaret içecekleri hayatımdan çıkardım.

İşte yazımın başında bahsetmiş olduğum bu iki belgesel de özet olarak bunları ele alıyor. Biri tamamıyla vegan beslenme biçimi öneriyor uzun süreli sağlık için, hatta özellikle diyabet, kalp ve kanser hastaları için. Diğeri de şekeri ve işlenmiş gıdaları hayatımızdan çıkarmadan kalıcı kilo veremeyeceğimizi açıklıyor nedenleriyle birlikte. Diyet yapıp yapıp zayıflayamayan kadın sorunsalının baş kaynağı bu "diyet" etiketi altında satılan düşük kalorili ama bol şekerli yiyecek ve içecekler. Biliyordum aslında ama pek uygulamıyordum; bu belgeseli izleyince ciddi anlamda ikna oldum. 

Özellikle vegan beslenmek Türkiye'de imkansız gibi bir şey. En basitinden normal süt yerine soya veya badem sütü almaya kalksanız fiyatı 2 katı. Toplum olarak yeme alışkanlıklarımız da börekler, baklavalar, kıymalı pideler ve tabii ki yoğurt çevresinde şekilleniyor genelde. Börekten baklavadan tamamıyla vazgeçemem elbette, hele yoğurtsuz,peynirsiz bir hayat düşünemiyorum ama vejetaryen ağırlıklı ve işlenmiş gıdalardan uzak bir yaşam biçimi benimsemek için önümde bir engel yok. Ve bu değişim sağlıklı ve enerjik bir hayat için en önemli adımlardan biri olacak bence.

Bu sebeple, artık blogda çoğunluk vegan-vejetaryen tariflere yer vermeye karar verdim. Bloga yazma motivasyonu olduğunda ben de daha hevesli oluyorum o yemekleri yapmak için. Bir de İngiltere'de, özellikle Londra'da inanılmaz bir vegan akımı var vee çok başarılı tarifler üreten blog yazarları var. Kitaplarından da aldım birinin. Tüm süpermarketlerde restoranlarda glutensiz, vegan, dairy-free birçok ürün ve yemek çeşitleri de var. Ama bizim ülkemizde henüz bu kadar popüler ve yaygın değil, ucuz da değil haliyle. Döndüğümde daha zor olacak benim için bunu uygulamak ama vazgeçmeyeceğim.

Tariflerim çok yakında gelecek, denemelere başladım bile. Ama şu tez yazış süreci tüm yazma enerjimi de sömürmüyor değil! Neyse gerekli enerjiyi meyve-sebzeden alacağız artık.. :)

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder