23.02.2014

Marul Yatağında Portakallı Levrek


Uzmanlar ne diyor? Haftada en az 2 defa balık yiyin diyor. Balık hem inanılmaz sağlıklı, Omega3 deposu, hem lezzetli, yapılışı kolay ve pratik, hem de doyurucu sayılabilecek bir besin. "Sayılabilecek" diyorum çünkü genelde yanında ekmek veya patates yemeden doymuyorum. Hele de mısır ekmeği.. Balığın yanında ekmek sepetinde getirilen sarışın, kare şeklindeki o minik yaramazlar gözümün içine içine baktıklarında daha da karşı konulmaz oluyorlar. Peki o zaman nerede kaldı bu işin diyetliği?

Geçen hafta çok sevdiğim biri için yaptığım levrek yemeği hayatımı değiştirdi. Adeta mutfağımda çığır açtı! Balık yerken ihtiyaç duyulan o eksik doyuruculuk hissini etkisiz hale getirmek için birkaç marul yaprağı yeterliymiş meğerse... Dahası, tencerede yapılan bu balık...



Geçtiğimiz ay indirimden büyük bir hevesle aldığım demir döküm tencereyi aktif kullanamıyorum diye çok üzülüyordum, şimdi de diyorum ki, sen olmasan ne yapardım demir döküm?! Aslında normal tencereden çok da farklı bir lezzet yaratmıyor, abarttığıma bakmayın. Ama sıcaklığı içinde uzun süre muhafaza etmesi özellikle et yemeklerinde vazgeçilmez kılıyor bu ürünü. Bir sonraki indirimde de tava ve büyük boyutlu yayvan demir döküm tencere versiyonlarını almayı düşünüyorum. Hayırlısı diyelim :)

Mutfağımda çığır açan bu tarifi food52com dan esinlenerek yaptım. Orijinal tarifinde yer alan bize uzak malzemeler bize yakın olanlarla değiştirildi ve 5 duyuya birden hitap eden bu görüntü çıktı ortaya.




20.02.2014

Geçmişten gelen davetli misafir


Yarın akşam, liseden yıllanmış dostum Müge akşam yemeğine geliyooor.! :)

Müge'nin yeri bende apayrıdır. Liseden sonra görüşmelerimiz oldukça seyrekleşmiş olsa da üniversitedeyken de iş hayatına atıldığımızda da hiç kopmadık. Son 10 yıldır en fazla bir kaç ay mesafe girer aramıza ve her görüşmemizde o samimi, eğlenceli muhabbetimiz asla değişmez. Lise sonda ÖSS'ye hazırlanan iki zavallı genç kız olarak dershaneye elele tutuşarak giderken başladı dostluğumuz. O zamanlar tabi sosyal hayat pek yok, ailelerimizle yaşıyoruz, arkadaşlarımızın hepsi harıl harıl ders çalışıyor (biz de tabii :))... Müge ile dershaneden çıkıp Alsancak Fil Pizza'da yemek yemek başımıza gelen en güzel şeylerden biriydi. Bir de marketten aldığımız kocaman dondurma kutusu ve 2 plastik kaşık ile beraber Kordon çimlerinde, güneşin altında oturup deniz havasını içimize çekerken, "gelecekte bizi neler bekliyor acaba" temalı konuşmalarımız... Fil Pizza geçtiğimiz yıllarda kapandı. Çok üzüldüm.

Lise son sınıftayken Müge bizim eve geldiğinde ona özel tatlılar yapardım hep, hepsine bayılır, benim elimin lezzeti konusunda annem dahil herkese konuşurdu. Annem de bize pek yapmıyor böyle şeyler diye hayıflanırdı :) 2 yıl önce Müge de İstanbul'a taşındı iş sebebiyle. Onun evine ilk ziyarete gittiğimde, taa lise yıllarımızdan kalma bir minnettarlıkla bana özel yemekler yapmıştı! Yemek yapmayı normalde pek sevmeyen, zorda kalmadıkça tercih de etmeyen dostumun bu jesti bana nasıl bir mutluluk yaşattı anlatamam. Şimdi sıra bende.

19.02.2014

Cosmos mu? Neler neler...


Bugün gazeteleri karıştırırken bir yazıya rastladım. Daha önce nasıl haberim olmadı bilmiyorum.. 33 yıl önce çekilmiş olan Cosmos belgesel dizisi yeniden çekiliyormuş.

Stanley Kubrick'in efsanevi uzay filmi A Space Odyssey'in devamı niteliğinde, evrenin, yaratılışın, nereden geldik nereye  gideceğiz'in bilimsel bir gösterimi aslında. Yayınlandığı ilk seneler henüz piyasada bilim-kurgu dizileri, belgeselleri yokken inanılmaz ses getirmiş ve aslında herkesin merak edip sorgulamaya cesaret edemediği bazı sorulara farklı bir bakış açısı getirmiş vakt-i zamanında bu belgesel. Vay be.. Nasıl oldu da gözümden kaçtı!

Dün akşam nasıl gaza geldiysem eski versiyonun tüm bölümlerini alıverdim. Peki ama nereden çıktı bu bilim kurgu merakım birden bire? Aslında küçücükken, inanılması güç ama, orta okuldayken deli gibi merak salmıştım bu evrenin, bilinmezin ardında yatana. Nasıl yaratıldık? Nasıl bir enerjinin, nasıl bir varlığın ürünüyüz acaba? Daha görmediğimiz, duymadığımız bilmediğimiz neler var.. Hem inanılmaz çekici, merak uyandırıcı, hem de cevap bulunması güç olduğu için yıldırıcı konular bunlar. Hani şu daha çok küçükken sorgulanan ve kimseden yanıt alamayınca vazgeçilenlerden.. Allahın bunca gücü nasıl kontrol ettiğini, gelecekte bizi nelerin beklediğini asla bilemeyiz ki. Ama yine de her birimiz merak etmiyor muyuz, daha fazla öğrenebileceğimiz neler var diye?

Dizinin sunucusu, “Biz insanlar, öyküler dinlemeyi hep sevmişizdir. Burada sahip olduğumuzu düşündüğüm şey şimdiye kadar anlatılmış en harika öykü: evrenin öyküsü, onun içindeki yerimiz ve onun içindeki bu yeri nasıl keşfetmeye başladığımız. Nihayet, bunu ekrana taşımak için yöntemlerimiz ve araçlarımız var." demiş. Okuduğumda oldukça etkilendiğimi söylemeliyim.

Mart ayında başlayacak dizinin adı ise Cosmos: A SpaceTime Odyssey. Sanırım öncelikle eski dizinin tüm bölümlerini izleyip yeni diziye başlama olayına gireceğim. Vakit bulabilirsem inşallah...

İçimde uyanan tüm bu merak ve heyecanla karışık ruh halinin akabinde, Pazar günü tazecik yapmış olduğum bir fırında pişmiş yağsız sebze yemeği harikası daha olan Karnabaharlı sünger keki 3 çatal darbesinde mideye indirdim. Bu yemek birden aklıma düşen, kendiliğinden oluşan bir tarifin eseri. Benzer bir tarif hiçbir yerde yok, o yüzden ismini çok düşündüm, ne desem diye. Kek gibi bir şey aslında ama, kek desem olmaz içinde şeker yok. Börek desem olmaz, içinde un yok. İçinde zeytinyağı dahi yok ama hem sıcak hem soğuk yendiğinde ayrı bir lezzete sahip efsanevi bir şey çıktı ortaya. Yine de en çok keki andırdığı için kek kelimesinde karar kıldım.





Kosmos muhabbetinden sonra da karhabaharlı kek muhabbeti biraz alakaya maydanoz oldu ama napalım, evrenin tüm derinliklerini merak etsek de damak tadının yeri her zaman ayrıdır, ayrı kalacak :)


15.02.2014

Bir garip kırmızı portakal ve Kan Portakallı Alt-Üst Kek


Bazı haftasonları Pazara gitmek için fırsat kolluyorum. Marketlere nazaran çok daha kaliteli ve taze ürünlerin bulunduğu Pazarlarda sadece o haftaya özgü, yeni gelmiş bir mahsul ararım hep. Çünkü  o meyve veya sebze de diğerleri gibi yılın belli bir döneminde en fazla 3-5 defa mamul verir, seralarda hormonlarla büyütülmez, bilimum kimyasal ilaçlarla korunmadan yetiştirilir genelde. Bunun sebebiyse, halkın o mamulü tüketim düzeyinin diğer hormonlulara nazaran çok az olmasıdır.  İşte o an, aradığım tam da odur. 

Bu hafta da aradığımı buldum neyse ki.


Görüntüsü mandalinayı andıran, ufacık tefecik içi dolu fıçıcık bir meyve: KAN PORTAKALI. Kırmızı renkli diğer besinler gibi bu meyve de antioksidan özelliği ve normal portakala nazaran çok daha fazla içerdiği C vitamini ile biliniyor. Üstüne bir de suyunu sıkıp, o enfes kırmızı renkli lezzeti tattığınızda her mevsim olsa keşke diyorsunuz.


Sevgililer Gününe inanmam ama bir kalp şeklinde tatlı gerçeği var


Yemek kitabı almazsa ölecek hastalığı baş gösteriyor bazen bende. Yine öyle anlardan birinde, Ocak ayının sonuna doğru, dayanamayıp Amazon'dan 3 kitap birden sipariş ediverdim. Normalde kitapların Amerika'dan gelme süresi 1 ayı bulur ama bugün, hiç beklemediğim anda kocaman bir sevgililer günü sürprizi oldular bana :) Hepsi de benim bebeklerim!




O kadar mutluyum ki, kitaplarımı kucaklayıp eve ışınlanmak için gerekli teknolojinin 2014 yılında hala geliştirilememiş olması bugün beni üzen tek şeydi.

Mutfakta genelde alışılagelmişin dışına çıkmayı severim ama nedense özel günlerde (yılbaşı, sevgililer günü veya bayramlar gibi) o özel günün konseptine uygun bir şey pişirmek isterim hep. Her Türk kadını gibi bende de geleneksel bir yan var işte, bende yok diyen kadın yalan söyler.

Son birkaç gündür sevgililer gününde kalp şekilli kalıplarımla ne yapsam diye araştırmalar yaparken, bugünkü sürprizlerimden Dessert by Alice Medrich kitabı imdadıma yetişti. Bu kitabı almadan önce inanın çok araştırdım. Özellikle tatlılar kategorisinde, bir çok yemek araştırma sitesi ve yemek kitabı adresinde en iyiler listesinin ilk üçünde yer alan, tatlı yapımının anayasası gibi bir kitap bu. Bu kocaman cazibeli kitabın yüzlerce çeşit tarifinden Sevgililer Günü için seçe seçe neyi seçtim dersiniz? Ekşi Limon Tatlısını! Kalp şekilli kalıplarda pişirdiğim bu küçük tatlı-ekşi şeyler, zaten güzel geçmiş olan günüm daha da nasıl güzelleşir sorusunun cevabıydı adeta.




11.02.2014

Durdurun dünyayı, diyete girdim!!


İnsanlık için küçük benim için büyük olan adımı geçen hafta spor salonuna yazılarak atmış bulunuyorum. Bu adımın devamının gelmemesi için evde büyük çatışmaya giren bazı taraflar var: Yemeğe olan zaafım ve onun safındaki bol tereyağlı lezzetli akşam yemeklerim, yeniden yapılıp blogda yerini almayı bekleyen harika hamur işi tariflerim, gecelerdir rüyama giren çikolatalı sufle.. ve diğerleri. Bir diğer saftaki öteki yanımsa sadece o kadar parayı boşuna mı verdim diyor, irademi de yanına çekmeye çalışarak.. Para kolay kazanılmıyor sevgili okuyucular. Kime söylüyorsun dediğinizi duyar gibiyim, dünya üzerinde nefes alan her insanın hayatında en az bir defa kurduğu bir cümledir bu. 

Bu savaşta en güçlü taraf olan zaafımı yenmek için bazı stratejiler geliştirdim. Canım diyet menüm dışında herhangi bir şey çektiğinde google'a Miranda Kerr yazıp tüm görsellere bakacağım. Yok yok, çok iyi bir örnek olmadı bu, zira kendisi zayıfçık, sarışın renkli gözlü, bense esmer bişeyim. Buldum! Monica Bellucci! Hem o hafif balık etli bir kadın, aşırı zayıflamak için kasmama da gerek kalmaz :) Daha sonra haftaiçi iş çıkışı programlarımı spor günlerime göre ayarlayıp, akabinde yeme alışkanlığımı bir düzene sokacağım.

Bu akşam hafif bir başlangıç yapmak istedim kalorisiz mutfağıma. Kış aylarının vazgeçilmezi, A vitamini, folik asit, B6, B1 ve B2 vitaminleri, hatta C, E ve K vitaminleri, kalsiyum, potasyum, fosfor, çinko ve demir içeren biricik sebze kereviz ile başlıyorum. Kerevizin nesi mi? Tabii ki çorbası! Hem de daha da fazla A vitamini takviyesiyle beraber.


Jamie Oliver'ın tarifini çorbanın kalorisini minimuma inecek şekilde değiştirdim. Daha sonra, koca bir kase çorbayı üzerine bir top süzme yoğurt ile ekmeksiz götürdüm. Nasıl doydum, nasıl doydum anlatamam. Lezzet ve sağlık fışkıran bu çorbayı özellikle spor sonrası öneriyorum :)


Elmalı Kereviz Çorbası

(6-8 kişilik)

2 yemek kaşığı zeytinyağı
2 orta boy kuru soğan (piyazlık doğranmış)
1 orta boy kereviz (sapıyla beraber)
3 adet amasya elma (çekirdekleri çıkarılıp dörde bölünmüş)
3-4 dal taze kekik yaprakları
1,5 lt su (sebze veya tavuk stoğunuz varsa daha iyi ama su da iş görüyor:))


Yapılışı:

Büyükçe bir tencerede zeytinyağını ısıtın. Piyazlık doğranmış soğan ve gelişi güzel doğranmış kereviz saplarını 10 dk kadar yumuşayıncaya kadar pişirin.

Daha sonra küp doğranmış kereviz, 4e bölünmüş elmalar ve kekik yapraklarını ekleyip bir 2-3 dk daha çevirin. Suyu ekleyip altını kısarak pişmeye bırakın.

Su ile birlikte tuz ve karabiberini ekleyip tatlandırın. Ortalama 30 dakikada pişecek. Kerevizler yumuşayınca ateşten alıp el blendırı ile pürüzsüz hale getirin.

Jamie Oliver bu çorbayı zeytinyağında kızartılmış taze adaçayı yaprakları ile süslemiş. Ne şans ki, buzdolabımda hala taze adaçayı yaprağı vardı, ben de bir deneme yapıp hemen çorbama ekledim. Fırsatınız olursa deneyin, bildiğimiz adaçayının nasıl bir tada büründüğüne şaşıracaksınız.

Bu çorbanın üzerine bir kaşık yoğurt da mükemmel bir lezzet katıyor. Benim tavsiyem ise, süzme yoğurt ile servis edilmesi.




9.02.2014

Hindistan Cevizli Böğürtlenli Tart



Dondurulmuş böğürtlen part 2!

Bir şeyi alıp buzdolabıma koymadan önce kırk kez düşünürüm. Bozulacak bir şey var mı, alacağım sebze veya meyve kaç gün dayanır, zamanım buzdolabında bekleyenlerin hepsini bozulmadan değerlendirmeye yetecek mi?... Kafamda deli sorular. Ama son kararım hiç değişmez:  "Önce dolaptakileri tüketeyim de sonra alışveriş yapayım en iyisi..."

Bu hafta evde çok fazla yemek yapmaya vakit bulamayacağımı bildiğimden, buzluktaki dondurulmuş zımbırtılara dadandım.

Geçtiğimiz hafta yoğurtlu kekin üzerine sos yaptığım bu böğürtlenlerin kalan kısmını nasıl değerlendirdiğime gelince..


Yine favori bloglarımdan birinde inanılmaz iştah açıcı fotoğraflarla yayımlanmış bir tarif beni benden aldı. Fotoğraflarda mükemmel ötesi görünen tarifi bu sefer kendi yorumumu katmadan birebir uyguladım. Daha doğrusu uygulamaya çalıştım ama yine içim elvermedi, üzerine ufacık minicik miniminnacık bir dokunuş yaptım. File badem dokunuşu oldu bu seferki. Görselliğe zenginlik kattığını ve tartla birlikte kavrulunca lezzetinin de katlandığını düşünüyorum. O sebeptendir ki, tarifimde opsiyonel olarak belirtmedim file bademi.
Lafı daha fazla uzatmadan tarife geçeyim en iyisi :)

Smitten Kitchen'dan uyarlandı.

Hindistan Cevizli Böğürtlenli Tart

(12 kişilik)

Malzemeler:


Taban için:
1 su bardağı + 2 yemek kaşığı un
1/2 su bardağı + 1 yemek kaşığı toz hindistan cevizi
1/2 su bardağı + 1 yemek kaşığı esmer toz şeker
1/4 çay kaşığı tuz (deniz tuzu olsa daha iyi)
6 yemek kaşığı erimiş tereyağı

Dolgu için:
1+1/2 su bardağı toz hindistan cevizi
6 yemek kaşığı toz esmer şeker
3 yumurta beyazı
1 su bardağı kadar böğürtlen (dondurulmuş hali de kullanılabilir çözünmesini beklemeye gerek yok:))
1 avuç kadar file badem

Peşin not: Esmer toz şeker yerine normal toz şeker de kullanılabilir ama esmer şekerin yoğun tadını veremeyeceği için ilk tercihiniz olmasa daha iyi :)


Yapılışı:

Fırını 180 dereceye ayarlayın.

Öncelikle tabanı yapacağız. Orta boy dikdörtgen bir fırın kabının her tarafını yumuşamış tereyağ ile hafifçe yağlayın. Un, hindistan cevizi, şeker ve tuzu bir kapta karıştırın Karışımın üzerine erimiş tereyağı döküp tüm malzemeler yağla bütünleşene kadar karıştırın. Bu karışımı fırın kabının tabanına döküp, üzeri sert, dümdüz bir tabaka olana dek sıkıştırın. Önceden ısıttığınız fırına koyup 15 dk kadar pişirip, soğumaya bırakın.

Taban soğurken üst dolguyu hazırlıyoruz. Yumurta beyazı, toz şeker ve hindistan cevizini karıştırın.

Birazcık soğumuş alt tabanın üzerine ikiye bölünmüş böğürtlenleri dizin. Üst dolgu karışımını da böğürtlenlerin arasını doldurmak suretiyle fırın kabına iyice yedirin. Böğürtlenlerin üzeri tamamen kapanmasın, tartın çekici görüntüsünü kaybetmek istemeyiz :) En son üzerine file bademleri serpip tekrar fırına verin. 20-25 dk kadar, üzeri hafif kızarana dek pişecek. Fırından çıkarıp, 10 dk kadar oda sıcaklığında beklettikten sonra keserek servis yapabilirsiniz.



Not: Hava geçirmez bir kapta 3-4 gün dayanıyor. Kare kare kesip, muhafaza edebilirsiniz.

AFİYET OLSUN :)

8.02.2014

Bolonya: Sokakları ekmek kokan İtalyan şehri


İtalya’nın mistik havasının ne kadar etkileyici olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Topu topu 3-4 gün geçirmiş olmama rağmen hala aklımdan çıkmayan detaylar ve zaman zaman kendimi iyi hissetmemi sağlayan güzel anlar geliyor aklıma bazen. Bazı gezilerin farklı bir etkisi olur ya bünyede; tatil bittikten sonra bile ara ara pozitif düşünceyi destekler ve uzun süre akıldan çıkmaz bazı tatiller, hemen yeniden gitmek istercesine… İşte İtalya da benim yeniden gidilecekler listemdeki yerini ilk sıralardan kapattı bile. Fırsat bulabildiğim en yakın zamanda diğer şehirlere de uğrayacağım inşallah. Floransa’da geçirmiş olduğum 2 günü yazmıştım. Şimdi de onun öncesinde 1 gece kalmış olduğumuz Bolonya gezisinden kısaca bahsedeyim.

Bolonya, Kuzey İtalya’nın Emilya-Romanya Bölgesinin başkenti olup, DÜNYANIN en eski üniversitesini barındıran şehir olma özelliğini taşıyor. Bolonya Üniversitesi 1088 yılında kurulmuş. Osmanlı’nın 1299’da kurulduğunu düşünürsek, henüz bizim tohumlarımız bile atılmamışken, atalarımızın doğumundan 200 yıl önce kurulmuş bir üniversite. Bu üniversitenin içinde çok ilginç bölümler de var, onlara birazdan değineceğim. Bir de bu şehrin İtalya’nın gurme merkezi olduğu söyleniyor. Zaten isminden de anlayacağınız gibi, makarnalarımıza sıklıkla eklediğimiz bolonez sosun çıkış noktası. Çok turistik olmayan, Roma, Venedik, Floransa gibi şehirlerin gölgesinde kalmış bu sakin, tarihi şehri her yönüyle çok beğendim…

Maggiore Meydanı

Bolonya nispeten küçük bir şehir aslında. Görülmesi gereken yerler birbirine çok yakın, tüm mekanlar yürüyerek tadı çıkarılacak cinsten. Bu şehre giden her turistin kendisini yürürken ortasında bulacağı büyükçe bir meydan var: Piazza Maggiore. Bu meydanda görkemli Neptün Çeşmesi, San Petronio Kilisesi, Salaborsa Kütüphanesi, Morandi Müzesi gibi hepsi birbirinden tarihi ve sanatsal mekanlar bulunuyor. Maggiore meydanından bir ara sokağa girdiğinizde Üniversitenin olduğu tarafa çıkabiliyorsunuz. Bolonya Üniversitesinin ortasında, dev kütüphanenin de bulunduğu avlu gibi yerde bir sure durup o tarih ve kültür kokan duvarlara bakarken çoook eski zamanlarda o amfilerde yıllarca okuduğumu hayal ettiğimi söylesem abartı olmaz sanırım.

Bolonya Üniversitesi
Özellikle tıpta çığır açan adımların atıldığı önemli bir üniversiteymiş burası. Anatomik Tiyatro olarak adlandırılan, eskiden tıp öğrencilerinin kadavra ile deney yaptığı, zannımca ilk otopsi çalışmalarının gerçekleştiği tamamen tahtadan oluşan bu oda, günün belli saatlerinde ziyarete açık oluyormuş. Ne şanslıyız ki, akşamüstü gittiğimiz alakasız saatte oda ziyarete açık ve bomboştu. Onun dışında da üniversite binasında neredeyse her odaya tek tek girdik zamanın nasıl geçtiğini anlamadan.

Teatro Anatomico
Santa Maria della Vita, Basilica di San Domenico ve Chiesa di San Martino da görülmesi gereken bazı kiliselerden. Buraları, Teatro Communal’ı, Asinelli ve Garisenda Kulelerini (2 Kule) de görüp günü sonlandırdık. Akşam yemeği menümüz tabii ki de bolonez soslu bir makarna içermeliydi, biz de otelimize yakın etraftaki güzel restoranlardan birini seçtik. Gittiğimiz mekan, local bir restoran/bar, Cinque 50. İştah açıcı olarak aldığımız caprese mozzarella o kadar büyük bir porsiyondu ki ev yapımı ekmekleri zeytinyağına bana bana kocaman buffalo mozzarella ile mideye indirince makarnalara küçücük bir yer kaldı. Tabii ki o minik yeri de tüm makarna tabaklarını sıyırmak suretiyle fazlasıyla doldurduk. Bolonez soslu tagliatellesi bizim alıştığımız lezzetlerin biraz dışındaydı çünkü yörenin kendine has etsuyu da ekleniyor yapılan makarnaya. Hatta bu yöreye has et sulu makarnalar da en çok tüketilenlerdenmiş. Bolonez sosu alıştığımız lezzetten farklı oldugu için porcini mantarlı tagliatelleyi daha çok beğendim. Porcini mantar kaynıyor her taraf zaten, nasıl bir ülke anlamadım, mantarlar her yerde bitiyor :)

Cinque 50
İtalya dediğimizde akla ilk gelen şarabın şampanyaya benzer gazlı versiyonunu da yapmış İtalyanlar. İspanyada cava denilen bu şarap cinsine burada lambrusco deniyor. Açıkçası cavayı beğenmiş biri olarak lambruscoyu beğenmediğimi söylemeliyim, sirkeli gazoz gibi bir şeydi. Daha kaliteli versiyonu daha güzel olabilir tabii ki, biz maalesef marketten 3 eur’ya aldığımız şişeden başka bir içki deneyemedik. :)

Daha üzerine çok konuşulabilecek bu şehirde ne yazık ki yalnızca 4-5 saatimiz vardı çünkü ertesi sabah erkenden Floransa’ya gidecektik. 666 basamaklı, tepesinden inanılmaz Bolonya manzarası izlenebilen Santuario di Madonna di San Luca’yı göremedik mesela, veya sıra sıra dizili hepsi birbirinden uygun ve kaliteli görünen kıyafet mağazalarındaki alışveriş fırsatlarını değerlendiremedik. Beklediğimizden gelişmiş ve doya doya vakit harcanması gereken bu şehre 1 gece daha ayırmadığımız için buruk bir dönüş yaptık İstanbul’a.

Elbet bir gün buluşacağız, bu böyle yarım kalmayacak Bolonya!

İstanbul'dan sevgiler.





4.02.2014

Aranıp da bulunamayan ara öğün: Şekersiz Kuru Erik Reçeli (Portakallı-Tarçınlı)


Yabancı blogları takip etmeye başladığım ilk zamanlar en çok ilgimi çeken tariflerden biri de bu % 100 doğal lezzetli mi lezzetli Erik Reçeli tarifiydi. Sıfır şeker, kuru eriğin tatlı aroması ve portakalın ekşimtrak lezzetiyle oluşan ve hafif bir tarçın aromasıyla taçlandırılan bu reçeli denemek için o akşam eve nasıl koştum hatırlamıyorum.




Diyet programı uygulamaya çalışan bayanlar bilir, ara öğünlerin hayati bir önemi vardır. Bu öğünler için çok fazla seçenek de bulunamadığından sıkıcı menulerden kurtulup yeni bir heyecan veya farklı bir meyve (mesela markette yüzüne bakmayacağınız garip garip egzotik meyveler) ya da ara öğünü abartıp normal öğüne çevirme konusunda karşı konulmaz bir istek olur. Off ne kadar zor kadın olmak! İşte böyle bir anımda imdadıma yetişen bu reçel haftalardır dolabımda bir kavanozda kendi halinde arz-ı endam ediyor. İlk yaptığımda düşündüm ki sonunda ideal ara öğünü buldum! Hoş bayadır diyet moduna da giremedim gerçi ama ara öğün sıkıntısı yaşadığım an imdadıma yetişen tek yiyecek bu :) Tavsiyem: yoğurt ve yulaf ezmesiyle tüketilmesi. İnanılmaz lezzetli ve doyurucu ölümcül bir şey oluyor.  Beni en çok benden alan ise, içinde gizli saklı kalmış olan tarçın tadı... :)

Şekersiz Kuru Erik Reçeli (Portakallı-Tarçınlı)

Orangette'den uyarlandı. 

Malzemeler:

500 gr kuru erik
1 büyük portakal (turunçgillerden herhangi bir meyve olabilir, mandalin limon gibi.. ama en çok portakal yakışıyor :))
1 çubuk tarçın


Yapılışı:


Portakalı yarım ay şeklinde ince ince doğrayın. Erikler de isteğe bağlı olarak 2ye bölünebilir. Ben bütün bütün koydum.

Büyükçe bir tencereye doğranmış portakal, kuru erikler ve çubuk tarçını koyup üzerini biraz geçecek şekilde su ekleyin. Kısık ateşte ağzı kapalı şekilde 40-50 dk pişirin. 


Birazcık suyunun katı, karamelize bir şekilde kalması ve meyvelerin de yumuşayıp karamelizeleşmesi lazım.

Reçelinizi biraz soğuduktan sonra, oda sıcaklığına geldiğinde servis edebilirsiniz. Kocaman bir kavanozda aylarca buzdolabında muhafaza edilebiliyor.


Bol sağlıklı ara öğünlere... :)

2.02.2014

Neşeli günler, gülen gözler.


Bu iki filmi hayatında en az 3 defa izlememiş bir Türk vatandaşı yoktur diye düşünüyorum.
Sevgi, saygı, aile ve bağlılık kavramlarına odaklı filmler aslında Münir Özkul'un "baba" figürü Adile Naşit'in "anne" figürü ile, ailenin daha küçük bireylerinin herşeye rağmen birbirine deli gibi bağlı, birbirini koruyan kollayan kardeşler olmasından ibaret.  Yabancıların "feel good movie" dedikleri cinsten bu 2 filmi izlerken buruk bir sevinç hisseder, bittiğinde ise gerçekten gülen gözlerle bakarsınız hayata.  En azından ben öyleyim. Öyleydim..  Küçükken.

Büyüdükçe değişti düşüncelerim ve aslında iyi hissetmek için televizyon, sinema, tiyatroya ihtiyacım olmadığını gördüm. Neden mi? Çünkü benim hayatımda sürekli dönen bir "feel good movie" var: Dostlarımla görüştüğüm anlar.

Çok şükür ki hayatımda hep olan bundan sonra da hep olacaklarını bildiğim dostlarımın çoğu üniversiteden, azı liseden, birazı iş yerinden, çok azı da küçükken yaşadığım mahalleden :)


Geçtiğimiz Pazar günü, bizim üniversiteden kızları kahvaltıya çağırdım. Zaten her hafta mutlaka görüşürüz ve her görüşmemizde 4 ile 8 arasında değişir sayımız. Bizim bu denli sık görüşmek için nasıl zaman bulduğumuza ve bağlılığımıza şaşıran çok fazla insan var aslında çevremizde. İtiraf edeyim, bazen biz de şaşırıyoruz :) Ahh bir de bir araya gelince konuştuklarımızı bilseler... :) Bizim kızların hepsi o kadar değişik, özgün ve eğlenceli kişiliğe sahipler ki, Gülse Birsel hiçbir karakteri değiştirmeden bir sit-com dizi çekse en az 8 sezon reyting rekorları kırarız. Ama benim için daha önemlisi, hepsinin ortak bir özelliği var, hayatımın sonuna dek yeter de artar dediğim.. Üzgün ve sıkıntılı olduğum anlarda derdimi unutturan, mutlu olduğum anlarda da mutluluğumu paylaşan dostlarım onlar. Bu meziyet herkese nasip olmaz ama her birinde bir şekilde olmuş işte..İyi ki varlar, iyi ki de birbirimizi bulmuşuz...



Bu güzel Pazar sabahı için ben de özene bezene bir kahvaltı sofrası hazırladım, ama en heveslendiğim, en özendiğim kısım kahvaltı sonrası kahve-kek aşamasıydı. Lime da denilen yeşil limon ile yaptığım yoğurtlu kekin üzerine yazın bol bol alıp buzluğa atmış olduğum böğürtlenlerle sos yaptım. Lime'ın hafif ekşimsi tadını böğürtlen sosuna da ekleyip tüm lezzetlerin tek bir lokmada birleşmesini sağladım ve ortaya tarifsiz bir şey çıktı. Bu kekin ismi artık "feel good cake" ten başka bir şey olamaz.:)




Smitten Kitchen'dan uyarladım. Tarifte lime yerine sarı limon da kullanabilirsiniz.


Yoğurtlu Limonlu Kek (Böğürtlen Soslu) 


(8 kişilik)

Malzemeler:

1 su bardağı yoğurt
1/3 su bardağı zeytinyağı
1/4 su bardağı lime suyu
1 lime kabuğu rendesi
1 su bardağı toz şeker
2 yumurta
1 2/3 su bardağı un
2 çay kaşığı kabartma tozu
1/8 çay kaşığı tuz

Sos İçin:

1 su bardağı kadar böğürtlen (dondurulmuştan başka şansımız yok şu an)
1/4 su bardağı su
3 yemek kaşığı toz şeker
2 yemek kaşığı lime suyu



Yapılışı:

Fırını 175 dereceye ayarlayın.

Yuvarlak bir kek kalıbının tabanını ve kenarlarını sıvı yağla hafifçe yağlayın. Kalıp kelepçeli olursa daha iyi olur, ayırması kolay olur.  Bir karıştırma kabında, yoğurt, zeytinyağı, şeker, lime suyu ve lime kabugu rendesini karıştırın. yumurtaları da teker teker ekleyerek her eklemeden sonra karışıma yedirecek şekilde çırpın. Un, kabartma tozu ve tuzu başka bir kaba eleyip homojen karışmasını sağlayıp daha sonra sıvı karışımın içine dökün. Sıvı ile kuru karışımların tahta kaşıkla birbirine karışmasını sağlayın. Karışımı kek kalıbına döküp fırına verin ve 40 dk kadar pişirin.


Üzeri kızarınca ve kürdan batırma testini yaptığınızda kürdan temiz çıkarsa pişmiş demektir. 10 dk kadar oda sıcaklığına geldikten sonra üzerine pudra şekeri veya sos ile servis edebilirsiniz.

Sos için:

Böğürtlen, su, şeker ve lime suyunu robotta homojen hale gelinceye kadar karıştırın. Sosu kapalı bir kapta buzdolabında saklayın. Yiyeceğiniz zaman sosu buzdolabından çıkarıp kekin üzerine dökerek servis yapın.


Önemli Not! Kek oda sıcaklığında, hava almayan bir kapta, sos ise soğuk olarak muhafaza edilmeli. 3 gün kadar dayanıyorlar. Sosu fazla yaptıysanız bir kısmını buzlukta dondurarak daha uzun süre de muhafaza edebilirsiniz. 





1.02.2014

Floransa: Sarı boyalı yeşil panjurlu evleriyle sanat kokan şehir


Ocak ayının ortasında İtalya’da ne işimiz var diye düşünürken Floransa’nın ihtişamlı Santa Maria del Fiore Katedrali'nin (Duomo) hemen karşısındaki otelimize yerleştiğimizde şehri tanımak için duyduğum heyecanı anlatamam. Gerçekten dedikleri kadar sanat ve tarih kokan bir şehir burası. En güzel yanı da ocak ayında gittiğimiz için, 4 mevsim her yerde türeyen japon-çinli-koreli turistler dışında pek fazla kalabalığa rastlamamamız oldu.

Duomo


Floransa küçücük bir şehir. 2 tam gün tüm şehri yürüyerek dolaşmaya yetti, hatta 2 tane müzeye dahi girdik. Öncelikle gidiş yolumuzdan bahsedeyim…

Bir gün öncesinde Bolonya’ya iniş yapıp orada bir gece de geçirdikten sonra sabah ilk trenle Floransa’ya geçtik. Bolonya çok fazla bilinmemesine ragmen bize baya gezilebilir geldi, hatta burada bir gece daha kalsaymışız olurmuş. Ona da bir başka yazıda değineceğim. Bolonya’dan yarım saatte bir hızlı trenler gidiyor Floransa’ya. Sabah 1 öğle 1 akşam 1 sefer olmak üzere toplam 3 sefer de normal tren gidiyor. Normal olan tren 1:50 dk, hızlı tren ise 35-40 dk.da Floransa’da oluyor. Bu iki tren arasında 15 eur olduğu için biz yavaş olanı tercih ettik. Gidiş-dönüş toplam 30 eur az buz para değil. :) Bir de İtalya’nın kırsal kesimlerinden ağır ağır geçerek etrafı seyretmek yaşanması gereken bir deneyim bence :)

Floransa’da toplu taşımaya hiç mi hiç ihtiyacınız yok, öncelikle onu söyleyeyim. En yaygın kullanılan tren istasyonu Santa Maria Novella’ya indiğinizde bunu hemen farkedebilirsiniz. İstasyondan otelimizin olduğu Katedral tarafına bavullarımızla beraber yürüyerek 10 dk.da ulaştık. Otelimiz Piazza Del Duomo'nun ortasında, eski bir binanın 2. ve 3. Katında, pencereleri direkt Duomo'ya bakan inanılmaz bi konumda. Hala unutamıyorum. Orada o küçücük odada bir ömür geçirmek istedim desem yalan olmaz. Otelin adı B&B : A Florence View. BB: Bed and Breakfast olarak açılıyor. yani , kahvaltınızı kocaman bir tepside küçücük bir çiçek ve portakal suyu eşliğinde odanıza getiriyorlar. Nasıl da nostaljik..

Piazza Del Duomo
Burada küçük ama önemli detayı da vermeden geçemiycem: Odada katedral manzarasına nazır şarap içmek isteyenler için tirbuşondan kadehlere kadar her detay da mevcuttu ;)

Görkemli katedrali uzun uzun izledikten sonra hemen bir sokak aşağıda yer alan Basilica di San Lorenzo bölgesine yürüdük. Burada Santa Maria Maggiore kilisesi ve bir zamanlar İtalya’nın en varlıklı ailelerinden olan Medici’lerin Şapelleri de bulunuyor. Daracık ara sokaklarda kaybolurcasına yürürken buram buram burnumuza dolan BİSCOTTİ kokusunu takip ederek küçücük bir dükkanın önünde bulduk kendimizi. Çölde vaha bulmak neyse, o an Floransa’daki o küçücük sokakta yaşadığımız kelimenin tam anlamıyla oydu. Her çeşitten ikişer tane alıp 2 saniyede hüplettiğimiz biscottileri hemen özleyip geri dönüp yarım kg. daha aldık. Mekanın adı, Il Cantuccio Di San Lorenzo. Cantuccio, biscotti demek. Yani aslında bildiğimiz kurabiyenin 2 defa fırınlanmış versiyonu.

En güzel Biscotti tarifi ilerleyen zamanlarda vişnevanilyada! (reklamımızı da yapalım:p)



Sıra geldi Piazza della Repubblica'ya.Yani Türkçesi Cumhuriyet Meydanı. Floransa'da bu Piazza ile başlayan çok fazla meydan var, hepsi de adını genelde o civardaki bir kiliseden veya başka bir tarihi yapıdan almış. Bu bölgede ayda birkaç kez pazar kuruluyormuş ama biz denk gelemedik. Bir de atlı karınca var ilginizi çekebilecek, onun dışında çok da bir numarası bulunmuyor. Yine yürüyerek Piazza Della Signoria'ya, yani Floransa'nın asıl ihtişamının birebir yansıdığı bölgeye geçiyoruz. Bu bölgede, çoğu 16. yüzyıldan kalma ünlü heykeller bir arada, hem de herhangi bir binanın içinde değil, meydanda bulunuyor. O heykellerin arasındaki banklarda oturup meydanın etrafıını bir güzel seyredebiliyorsunuz.

Piazza Della Signoria
Bu meydanda bulunan heykellerden bazıları, Palazzo Vecchio'nun hemen önünde bulunan görkemli Neptün Çeşmesi heykeli, Michalengelo'nun meşhur David (Davut) heykelinin bir kopyası (heykelin orjinali Accademia Galeri'de) ve yine Accademia Galeri'de bir kopyası da bulunan ünlü tecavüz heykelinin orijinali.

David Heykeli

Floransa ile özdeşleşmiş olan meşhur Uffizi Galeri de bu meydanın hemen yanındaki ara bir sokakta yer alıyor. Biz de Uffizi ve Accademia'ya girdik ve tüm italyan artistlerin sanatlarına hayran kaldık. Ama şimdiden söyleyeyim, yağlı tabloların %90'ı, yüzyıllar önce kiliseler için yapılmış ve kiliseler yıkıldıktan sonra müzelere konulmuş veya daha derin mesaj kaygıları içerecek şekilde üretilmiş kutsal figürlerden oluşuyor.

Uffizi'de dikkat çeken bir tablo vardı ki, benim için yeri her zaman farklı kalacak. Botticelli'nin "Venüs'ün Doğuşu" tablosu !  Bu tabloyu daha önce nerede gördüm, kaç yaşındaydım bilmiyorum ama şundan eminim, küçüklüğümden kalma belli belirsiz bir resim olarak hafızama kazınmış. Muhtemelen en eski evimizde duvarda yer alan öylesine bir tabloydu. Hani küçükken hayata bambaşka gözlerle bakar, bilinmeyeni hep merak ederiz ya, işte bundan 20 yıl önce her gün karşıma çıkmış önemsiz, yalnızca dekor amaçlı, nereden geldiği belli olmayan bu tablonun orijinalini gözlerimle görmek, hatta adını öğrenmek, hatta ve hatta yaratıcısının kim olduğunu bile yeni öğrenmek tarifsiz bir heyecanla kapladı içimi. Demek ki hayatta daha göreceğim ve öğreneceğim çok şey var, allah uzun ömür verirse... Yaşadıkça, gördükçe, yaşamayı daha da seviyor insan. :)

Biraz da yemekten bahsedelim.

Toskana bölgesinin Başkenti sayılan Floransa'da Toskana bölgesine has tuzlu, çiğ domuz salamı en fazla tüketilen besin. Domuz olması bir yana, salam olması bir yana, deli gibi tuzlu olması başka bir yana, bizim hiçbir şekilde midemizin kaldıramayacağı cinsten.  Bu çiğ salamlarla peyniri bir ekmeğin arasına koyup, şarap ile öğün olarak tüketiyorlar. Bu bölgede makarna ve pizza dışında bizim damak zevkimize uygun bir şey bulmak çok zor anlayacağınız. Zaten biz de 3 gün boyunca sadece makarna ve pizza yedik :) İlk gün, Uffizi'ye girmeden önce, Tripadvisor'da puanı en yüksek şarapçılardan birinde oturduk öğlen atıştırması için. Dediğim gibi, atıştırmalık sandviç dışında bir şey bulamazsınız. Biz de acı bir tecrübe ile fark etmiş olduk bu durumu. Mekanın adı La Prossuciteria. İçinin çok hoş, otantik ve geleneksel bir dizaynı var. Kendi şaraplarını yapıyorlar birçok mekan gibi. Şarabını beğendim açıkçası, eh bu avrupalılar bizim aksimize, alkol konusunda cömert oluyorlar genelde. Yalnızca 1 kadehten sonra hafiflemiş bir kafa ile Uffizi'yi dolaşmak çok hoş oldu :)


Uffizi'nin çıkışına yakın bir de terası var. Bu teras bana nedense baya romantik geldi. İtalyan sanatından etkilenmiş olsam gerek. 

O günün akşamı yine bir şarapçıya gittik. İtalya'ya gidip bira içsek ayıp olurdu nitekim. Gittiğimiz yerin adı da Lo Schicaciavino. Nasıl okunduğu hakkında en ufak fikrim yok :) Burada da ne yedik dersiniz? Şaşırtmalı soruydu. Sandviç! Domuzsuz, az tuzlu ve peynirli filan bişeydi çok şükür. Bu akşamlık mideyi kurtardık. :) Floransa'da şarap mekanlarında takılma tarzı genelde dışarıda, ayakta, bir elde kadeh, bir elde sandviç şeklinde gelişmiş. Hem havanın soğuğumsu ve yağmurlu olmasından hem de tüm gün yürümekten mütevellit yorgunluktan, o tarza uyum sağlayamadık biz. Bu mekanı da o sebeple baya beğendim. Birçok şarapçının aksine burada oturabileceğiniz geniş bir alan vardı.

2. Gün

Sabah erkenden Accademia Galeri'ye gitmek için yola koyulduk. Gelmeden önce çok korkutmuşlardı bizi, çok kuyruk olur, biletinizi internetten alın vesaire diye. Uffizi için online alıp ekstradan kişi başı 4 eur ödediğimiz bilete, Uffizi'de bile kuyrukla karşılaşmadığımızda çok üzülmüştüm. Ekstradan para ödememek, sıra da beklememek için sabah erkenden gittiğimiz Accademia'yı da bomboş görünce o bahsedilen deli kalabalığın sadece yaz aylarında olduğuna kanaat getirdik. Bu müze sandığımızdan baya küçük çıktı. Aslına bakarsanız, Michelangelo'nun ve bazı Rönesans artistlerinin eserleri, ve tabii ki meşhuur David heykeli dışında kayda değer bir şey yok. Ama yine de gidilmesi gerektiğini düşünüyorum. Uffizi'de dolaşırken çok beğendiğim küçücük bir melek tablosunun (Musician Angel by Fiorentino), tahtaya basılmış versiyonunu Accademia'nın çıkışındaki alışveriş kısmında bulduğumda hemen alıp, kitaplığıma koydum. Minik meleğim kitaplarımın yanına çok yakıştı. :) 



Accademia'dan çıktığımızda yakın civarlarda görmediğimiz bazı bölgelerde yürüdük, mesela yine bu çevreye yakın görülmesi gereken bazı yerler: Piazza San Marco, Centro Storico, Mercado Centralo, Basilica di Santa Croce olabilir. Bu atraksiyonların hepsi birbirine yakın yürüme mesafesinde olduğundan, meşhur bir köprü olan Ponte Vecchio'dan karşıya geçmeden önce tüm bu atraksiyonların hepsini gördük. Ponte Vecchio'yu , Palazzo Vecchio ile Palazzo Pitti'yi birbirine bağlayan bir köprü olarak özetleyebiliriz.

Ponte Vecchio
Nehrin karşı kıyısına geçtiğimizde öğle yemeği olarak pizza yiyelim dedik. Saat 15:00'te birçok mekan saat 19:00'a kadar kapalı oluyor. Biz de son dakikada açık yakaladığımız, menüsünde yalnızca 8 çeşit odun ateşinde pişmiş pizza ve 2 çeşit ev şarabı bulunan Gusta Pizza'ya daldık. Kocaman buffalo mozzarella ile odun ateşinde pişirilmiş Pizzaya bayıldığımızı söylememe gerek yok herhalde.

Pizza Margharita
Bu bölgede Pitti Palace ve Santa Spirito Kilisesi öne çıkıyor. Ama bunların dışında bir yer var ki, Floransa gezimizin tektaşıydı diyebilirim: PIAZZALE MICHELANGELO. Yani Michelangelo Tepesi. Bu tepeye otobüsler de çıkıyormuş ama biz tabii ki her zamanki gibi yürümeyi tercih ettik. Birazcık yokuş yukarı ama çok yorucu değil, yaklaşık 20 dk.da çıkılabiliyor. Gün batımına doğru çıktığımız bu tepede buram buram sanat ve tarih kokan şehri yukarıdan izleme şansına nail olduk ve mest olduk. Tepede bir de kilise var ki, girmeden ölmeyin! (Nasıl da abarttım ama.. :) Fakat gerçekten bu şehre gittiğinizde bu tepeye çıkmazsanız Floransa'yı görmemiş olursunuz, benden söylemesi.) Kilisenin de uzun bir ismi var: Santa Miniato Al Monte. 11.-13. yüzyıllar arasında yapılmış, Toskana Romanesk mimarisinin eşsiz örneklerinden olarak kabul ediliyor. Kilisenin manzarası hakkında zaten yoruma gerek yok.

Piazzale Michelangelo
Ehh o kadar tepeye tırmandıktan ve Vecchio Bölgesinden defalarca geçtikten sonra bir yerde oturup güzel bir İtalyan makarnası ve tabii ki Tiramisu yemenin zamanı geldi. Normal restoranlardan (yani ristorantelerden) farklı olarak Trattoria denilen cafe-restoran şeklinde mekanlar daha sıcak ve daha bütçe dostu geldiği için, boş bulabildiğimiz, TA reytingi de iyi olan bir trattoriada rezervasyon yaptırdık. İlk 1-2 tercihimizde yer yoktu, mekanlar hem küçük hem de haftasonu olduğu için hemen doluyor. Bu mekanları yazın düşünemiyorum.. Aklınızda bulunsun, iyi bir yer için 1 hafta önceden yer ayırtmanız gerekebilir. Herneyse, bizim gittiğimiz trattorianın adı Acquacotta. Pek küçük sayılmayan bir yer, zannımca o sayede yer bulabildik zaten. Yediğimiz makarnalar ve tiramisu süperdi. Bir de peynir fondu soslu fırında sebze spesiyallerini denedik, parmaklarımızı yiye yiye çıktık mekandan.

Trattoria Acquacotta
Otele dönüş yolunda rastladığımız yahudi Sinagog'u da mavi ay ışığında adeta bize göz kırpıyordu, bu büyülü şehrin tüm sihrini içimize işleyerek...

Sinagoga di Firenze e Museo Ebraico


O güzel geceyi noktalayan Duomo manzarasından bir kadeh daha kaldırmak istiyorum bu şehre. Bir dahaki sefere kadar kendine dikkat et Floransa.