13.07.2014

Paris: Sanat, Kültür, Tarih, Yemek, Romantizm! Bir şehirden başka ne istenir ki?


Yaklaşık 1 ay önce gittiğim, kocaman dolu dolu Paris gezisini yazmakta geç kaldım yine.

Paris anılarımın ölümsüzleşmesi de klasik bir pazar akşamına kısmetmiş. Evdeki tüm yeni hafta öncesi ıvır zıvır hazırlıkları bitirdim, sağıma, mouse'un hemen yanına kahvemi koydum, bağıra bağıra şarkı söyleme moduna da geçerek yazmaya başladım.. Fonda çalan şarkılara eşlik ederken zor oluyor birazcık yazmak. Biraz da gözüm korktu ne yalan söyleyeyim. Zira burada klişe bir laf etmeden geçemiycem: Paris anlatılmaz, yaşanır! :) Şaka şaka. Paris de yüzölçümü diğerlerinden pek farklı olmayan bir Avrupa şehri aslında. Ama yazımın başlığında da belirttiğim gibi, bir tatilden beklenen her şeyi doyasıya yaşayabileceğiniz bir Avrupa şehri.
Notre Dame ve aşıkların köprü yıkan kilitleri :)
















1.Gün

Parisin güneyinde yer alan ve merkeze oldukça uzak Orly havaalanından otele transferimiz biraz zorlu ve gün boyu bitmeyecek gibi geçse de, dışarıdaki güzel mi güzel bahar havası tüm enerjimizi yerine getirdi. Otele bavullarımızı atar atmaz Arc de Triumph'i görmek için metroya bindik. Peşinen şunu söyleyeyim, Pariste o kadar görülecek, gezilecek mekan o kadar yakın olmayan konumlara sıralanmış ki, metro en yakın dostunuz oluyor. Biz "N'olucak bir çok yere yürürüz yea!" gibi artistik tavırlarımızı burada uygulayamadık, uygulamaya çalıştığımızda da patladık :) Patlamalarımız ise; birkaç kilometre yürüyüp açık bulamadığımız -in the middle of nowhere- restorandan tutun rotamızın tam ortasında deli gibi yağmura yakalanmamıza kadar bir çok talihsizlikler silsilesini barındırıyor. Herneyse, yine cak cuka dalıp konudan uzaklaşmaya başladım. Olabildiğince kısa tutmaya çalışacağım sözünü de peşinen vererek, Paris gezimin "inceliklerine" dalıyorum...


Alexandre Köprüsünden manzara


Arc de Triumph'ın hemen yanında boylu boyunca dünyanın en meşhur caddesi Champ-Elysees uzanıyor. Champ Elysees boyunca yürürseniz Concorde Meydanına çıkarsınız. Concorde'a gelmeden görülmesi gereken önemli birkaç yer daha var tabi. Petit Palace, muazzam Eyfel Kulesi manzarasıyla Pont Alexandre (Alexandre Köprüsü), Hotel des Invalides ve içindeki ihtişamlı kubbe Eglise du Dome görülmeden geçilmemesi gerekenlerden.Concorde Meydanı'nda ise Kleopatra'nın İğnesi denilen Mısır'dan gönderilmiş bir yapıt, bir de Concorde Heykeli var. Musee de L'orangerie ve Jardins des Tulieres de bu civarda, 1-2 km'lik alan içerisinde. Hepsini tek tek görün derim ben, müze haricinde. Çünkü ben görmedim bilmiyorum :)

Günün yarısını yolda geçirdiğimizden mütevellit akşam çöktü bile. Biz de cafe ve restoranların bulunduğu Rue Rivoli caddesine doğru yemek yiyeceğimiz mekanı seçmek üzere yola koyulduk. İlk günün acemiliği ve birazcık da pintiliğimizden, bu civarda diğerlerine nazaran daha uygun sayılabilecek ortalama bir restoranı seçtik yemek için. Bistrot Victoires. Aslında aralarda berilerde bulunan bir restoran olmasına rağmen hem turist hem de yerlilerin takıldığı,oldukça kalabalık bir mekandı. Taze kekik soslu antrikot, kızarmış tavuk yanında ev şarabı, tatlı olarak da Creme Brulee yedik. Creme Brulee'yi bayağı beğendim; yine de sonraki günlerde yaşadığımız restoran deneyimlerinin çok daha unutulmaz olduğunu belirtmem gerekiyor. :)

2. Gün

Sabah kalkar kalkmaz Notre Dame kilisesinin yolunu tuttuk. Favori turist mekanlarına ne kadar erken giderseniz o kadar az turistle karşılaşırsınız :) Paris'teki en turistik yer de burasıydı tartışmasız. Notre Dame'ın yakınlarında yürüyerek keşfedilecek bir dolu sokak var. İle de Cite, Rue Saint Louis bunlardan bazıları. İle de Cite'de Cafe Saint Regis diye lokal bir mekanda kruvasanlı omletli güzel bir kahvaltı yaptık. Tam bir fransız kafesi. Eski fransız stiline gerçekten bayılıyorum! Birazcık aşağıya indiğimizde Rue Saint Louis caddesinde sıra sıra dizili krepciler ve dondurmacılar arasında yürüdük. En ünlü dondurmacılardan biri Berthillion. Zaten Berthillion'un kendi şubesi kapalıydı, ama dondurmaları civardaki tüm cafelerde satılıyordu.

Cafe Saint Regis


Notre Dame'ın kenarından Sainte Chappelle tarafına yürüyerek indik daha sonra. Şapelin girişi 8 eur olmasından dolayı dışarıdan bakmayı tercih ettik, kiliselere girişte para vermek çok koyuyor bize ne yalan söyleyeyim, kıyamadık 8 euromuza vallahi! Şapele inen yol üzerinde çiçekçiler sokağı da var. Marche au Fleurs. Burada -tabii ki!- bol bol çiçek ve Fransanın lavantasıyla ünlü Provence bölgesinden getirilmiş çeşit çeşit lavanta keseleri, sabunlar hatta koku esanslarının satıldığı küçük küçük dükkanlar vardı. Bakıp bakıp hiçbir şey almadan çıktım. İlerde bir gün Provence'a gidersem alırım (Bu alakasız mantığım bazen bana da saçma geliyor ama napıyım, elimde değil :))  Chappelle'i birazcık geçince Place de la Justice (Adalet Sarayı)'nı görüp, Paris'in en eski ve bana göre en romantik köprüsü Pont Neuf boyunca yürüdük. Pont Neuf Aşıkları diye bir film izlemiştim birkaç yıl önce, evsizlerin sıradışı bir aşk hikayesini konu alıyor. Aklıma sürekli bu film geldi nedense, baya etkilenmişim farkına varmadan. Bu köprü o yüzden baya baya romantik benim için :))

Pont Neuf'ün hemen yanındaki Place Dauphine meydanından geçerek Saint Germain des Pres bölgesine indik. Burası Paristeki favori bölgelerimden. Bu bölgede çok eskiden ünlülerin takıldığı tarihi cafeler var Cafe de Flore gibi mesela, bir de Paris'in en eski kilisesi Saint Germain des Pres kilisesi bulunuyor. Varoluşçuluk akımının da çıkış bölgesiymiş burası. Ahh o cafelerin duvarlarının dili olsa da konuşşa!! Saint germain sokaklarında dolaşırken de aklıma "Midnight in Paris" filmi geldi. İzlemediyseniz mutlaka izleyin Paris'e gitmeden. 1920lerin Parisinde geçen oldukça masalsı bir film... Burada biraz dolaşıp, telefonlarımızı şarj edip birer kadeh bir şey içtikten sonra Saint Sulpice bölgesine doğru yürüdük. Saint Sulpice de "Da Vinci Şifresi" kitabında geçen esrarengiz kiliselerden biri. Ama içine girdiğinizde pek bir numarası olmadığını göreceksiniz:) Kitabı okuduysanız eğer, yazarın hayal gücüne bir kez daha hayran kalırsınız burayı gördükten sonra, eminim. Kilisenin hemen karşısındaki bir sokakta da ünlü Paris artizan pastanelerinden Pierre Herme vardı, buradan tanesi 4 eur'ya birer tane macaron aldık. Ben evde yapsam çok daha güzel ve taze olur, abartmıyorum. Macaronlar benim için büyük hayal kırıklığıydı...
Pierre Herme'nin Macaronları

Luxemburg Bahçeleri'nde banklarda birazcık dinlendikten sonra Pantheon ve üniversiteler bölgesinin bulunduğu civara yürüdük. St. Etienne du mont kilisesi de burada, gotik mimarinin güzel örneklerinden bir kilise burası da. İçine girmenizi tavsiye ederim. Pantheon da Victor Hugo, Emile Zola, Marie Curie gibi dünyada iz bırakmış ünlülerin mezarlarını barındırıyor. Birazcık ilerisinde ise Sorbonne, INSEAD gibi Paris'in köklü üniversiteleri var. Ehh üniversite bölgesinin yakınlarında öğrenci işi mekanlar olmaz mı? Bu mekanlar da "Latin Quarter" adı verilen canlı mı canlı bir bölgede toplanmış. Latin Quarter'ın çok yakınlarında sabahtan rezervasyonu yaptırmış olduğumuz Michelin restoranlarını aratmayacak kalitede bir restoranda yemek yedik. "Le Buisson Ardent" isimli bu restoranda yediğim yemekleri kelimelerle tarif edemeyeceğim sanırım. Paris'teki kaliteli restoranlarda trend genelde fix menu oluyor ve fix menude ise başlangıç-ana yemek-tatlı alternatiflerinden birer tane seçiyorsunuz. Fix menu bu mekanda 40 eur idi, ehh biz de 2 kişi bir menüyü bölüşelim yanına da birer kadeh şarap alıp hesabı 50 eur civarına kapatırız dedik:) İyi ki de öyle yapmışız! Müthiş mekanın müthiş garsonu porsiyonları ufaltarak ayrı ayrı getirdi bizim yarım porsiyonları. Başlangıç olarak kremalı mantarlı tavuklu buğday risotto, ana yemek olarak polentalı patates püresi yatağında kurutulmuş zeytinle marine edilmiş soğan soslu domuz eti, tatlı olarak da rhum babayı seçtik. Risotto açık ara hayatımda yediğim en efsane risottoydu, bundan böyle daha iyisini İtalyada bile bulabileceğimi sanmıyorum. Domuz eti denince insan bir garip oluyor ama hayretler içerisindeyim ki et lokum gibiydi ve yağını o kadar güzel süzmüşler ki en ufak ağır bir tad almadım. Rhum baba ise, adından anlaşılacağı üzere, romla servis edilen kremalı sünger kek diyebiliriz, Paris'in popüler tatlılarından. Ağır alkol tadını tatlılarda pek sevmiyorum, o sebeple efsaneydi diyemem ama güzel değişik bir tatlıydı... Tatlıyı servis ederken de kocaman bir şişe romla getirdiler! Avrupalıların alkol konusundaki cömertliği hiçbir millette yok bir kez daha teyit edildi böylece :)

Le Buisson Ardent


Midelerimizi güzelce şımarttıktan sonra Latin Quarter'a geri dönüp, bu güzel akşamı birer bira ile taçlandırdık ve günü sonlandırdık.Vay be ne günmüş!

3. Gün

Sabah erkenden merkeze biraz uzak olan Montmarte/Sacre Coeur bölgesine gitmek için metroya bindik. Bugünümüzün yarısı maalesef havanın birdenbire soğumasından sonra bir de saatlerce süren sağanak yağmurla cebelleşmekle geçti. Sacre Coeur'un içinde bir süre mahsur kaldık, iyi de oldu ama; üşümeyeydik daha iyiydi... :) Yağmur dindikten sonra kendimizi metroya nasıl attığımızı bilemeden Paris'in aristokratik tarihi bölgesi Le Marais'e geçtik. Eski Paris'i tüm kaldırımlarda hissedebileceğiniz farklı bir atmosfer var bu bölgede. Musee Carnavalet, Place des Vosges gibi atraksiyonlara da uğramadan geçmeyin. Biz de sokaklarda kaybolurcasına yürüyerek yine en işlek caddelerden biri Rue Rivoli'ye çıktık. Rue Rivoli'nin üzerinde, açıkçası hiç göze hitap etmeyen modern sanat mı denir ne denirse artık pek bir şeye benzemeyen Pompidou Center var. Ama Pompidou'nun önündeki havuzun içinde tam fotoğraflık eğlenceli modern sanat eserleri de bulunuyordu, onları beğendim :)

Sacre Coeur Kilisesi


Pompidou'dan sonra yine işlek mi işlek bir cadde olan ve görmeden geçilmemesi gereken Rue Montorgueile tarafına yürüdük. Bu cadde üzerinde de yine hiç adı duyulmamış olan ihtişamlı Paris kiliselerinden biri vardı: St Eustache Kilisesi. Gotik mimarinin son büyük eserlerindenmiş. Bu kilise Paris değil de mesela Zagreb'de olsaydı baya efsane olurdu, eminim. Paris gibi her sokağından efsane tarihi eserler çıkan bir şehirde kıyıda köşede kalıvermiş ne yazık ki. Buradan Opera National (Milli Opera)'nın olduğu caddeye doğru yürüdük ve yine baktığımda ağzımın açık kaldığı bir başka kiliseyi de görmiş olduk: Madeleine Kilisesi. Bu kilise de bildiğiniz Apollon Tapınağının kopyası gibi yapılmış. Bir detay da vermeden geçemeyeceğim, Madeleine Kilisesinin hemen yanında meşhur pastanelerden Fauchon bulunuyor. Burada aklınıza gelebilecek her türlü Paris tatlılarından tadabilirsiniz. Macaronları da iyiymiş, ama ben yemedim.

Akşam yemeği için bu akşama özel Eiffel yakınındaki restoranlardan birini seçtik; tabi bir de Eyfeli gece gözüyle de görelim diye. Paris'te yaşadığım en güzel akşam bu akşamdı sanırım. Efsane yemekler, şarap, tertemiz, ılık, serin bir hava ve gece ışıklarıyla Eiffel Kulesi... Yemek yediğimiz restoranın adı ise La Billebaude. Yine fix menuden seçtiğimiz başlangıç olarak keçi peynirli salata, ana yemekte kendimden geçmeme sebep olan "Baharatlı vişneli kırmızı şarap sosunda pişmiş ördek göğsü yanında kızarmış polenta", tatlı olaraksa custard soslu çikolata fondant tek kelimeyle ef-sa-ne-ydi!
La Billebaude
4. Gün

Güne Montparnasse Bölgesi ile başladık. Şimdiden söyleyeyim, hiçbir numarası olmayan bu bölgeyi programınıza almanıza pek gerek yok. Paris'in tek gökdeleni ve tarihi Montparnasse garı bu bölgede bulunuyor. Bir de Montparnasse Mezarlığı.. Mezarlıkta da Jean Paul Sartre ve Simon de Beavoir'ın mezarlarını görmekten başka bir aksiyonumuz olamadı maalesef...

Çok vakit kaybetmeden, bir gün önce yağmurdan dolayı dolaşamadığımız Montmartre bölgesine yeniden döndük. Hem süper renkli sanatçılar sokağı Place de Tetre civarını dolaşmak, hem de Trip advisorda puanı oldukça yüksek olan bir krepçide Paris'in efsanevi kreplerinden denemek için döndük aslında. Creperie Broceliande'de yediğimiz campagnarde(yumurta, patates, peynirli) ve tuzlu karamel soslu 2 adet krep artı 1 adet içecek 10,80 eur idi. 2. menu olarak da muzlu-çikolatalı ve Parisienne krepten de denemek suretiyle mideleri iyice şişirdik. Ama inanın değdi!

Broceliande

Hayatımın filmi diyebileceğim Amelié'nin de çekildiği bölge olan Montmartre'ı inanılmaz seviyorum. Place de Tetre ise tam anlamıyla Amelié filminin içinde hissettiriyor kendimi bana. Mutlu olmak o kadar kolay ki... Sadece mutlu olmayı istemek lazım belki de. İşte kafamda böyle düşüncelerle döne dolaşa sevimli cafe, sanat mekanlarının arasında yürüdük durduk.

Place de Tetre'de ressamlar
Dali Müzesi de bu bölgede bulunuyor. Yıllar yıllar önce Paris'e ilk geldiğimde Dali ile tanışmamı sağlayan bu müzenin yeri bende ayrıdır. Vaktiniz olursa mutlaka gidin derim.

Cafe de Flore
Montmartre'dan ayrıldıktan sonra yine aklımızın kaldığı Saint Germain des Pres civarına geri döndük. Tüm duvarlarında, masalarında tarih, kültür sanat saklı Cafe de Flore'ye oturduk bu sefer. 1960ların Fransasında bu cafede geçen ve bambaşka hayatların hikayesini konu alan, hatta aynı ismi taşıyan filmden de baya etkilenmiştim zamanında. Cafeye özel sıcak çikolatayı mutlaka denemelisiniz. Hatta Cafe de Flore yazılı yeşil masalarında foto çektirmeden de ayrılmayın mekandan :) Nostalji, nostalji, nostalji..  1960ların Fransasında yaşamayı çok isterdim..:(

İşte şimdi sıra geldi Louvre Müzesine. Kaçıncı güne geldin nasıl da hiç lafını etmedin dediğinizi duyar gibiyim. İtiraf ediyorum, büyük müzeler beni korkutuyor. Ama Louvre yine de farklıydı... Ve birçok devasa müzeye nazaran fiyatı da uygundu. Louvre'a tüm gün ayrılmalı aslında ama müzede dura kalka yürümek normal yürüyüşten çok daha yorucu olduğu için benim bünyem buna müsaade etmiyor. Zaten binlerce tablo var, bir yerden sonra sanata doyuyor insan :) Tabii ki yüzyılların dehası Leonardo da Vinci'nin eşsiz eseri Mona Lisa'nın burada bulunduğunu da söylemeden geçmemeliyim sanırım..

Louvre'da günbatımı
Akşam yemeği yediğimiz mekan ortalama bir yerdi, çok detay vermeye gerek duymadan son güne geçiyorum... (Buraya kadar okuyabilen olduysa tabi :))

5. Gün

Sabahtan otelin yakınlarında bulunan, ama TA değerlendirmesi de oldukça yüksek Le Grenier a Pain isimli bir fırından kruvasan, kiş ve canelé alıp, tam bir Fransız gibi hemen yakındaki bir parkta banklarda oturarak kahvaltımızı yaptık. Bordeaux yöresine özgü bir tatlı olan canelé'i bu arada bir yerlerde yer alan fırında bulunca nasıl sevindim anlatamam. Türkiş Canelé ustası haline gelme gazıyla Paris'ten canelé pişirme kalıpları aldığımı da belirtmem gerekiyor sanırım.. :) -Özgün tariflerim ilerleyen zamanda yalnızca burada! Visnevanilya.. taklitlerinden sakınınız :p-


Kahvaltının akabinde eski hapishane, yeni işlek bölgelerden biri olan Bastille meydanında birazcık takılıp, Eiffel Kulesi tarafına gündüz deneyimini de yaşamak için yeniden geçtik. Trocadero bölgesini de görüp Madeleine Kilisesi tarafına geri döndük. Buradan Seine nehri boyunca yürüyerek Orsay Müzesinden Notre Dame kilisesine kadar gittik. Yine nostaljik tarihi bir kitabevi olan Shakespeare and Company'yi de görüp St Severin Kilisesi tarafına çıktık. Shakespeare and Co. sanırım hayallerimin kitabevi. Off bir şehirde herşey hayallerimin "bir şey"i olur mu ya?  Paris'e yerleşicem bu gidişle. Yani, inşallah bir gün.. :)


Yürüyüp yürüyüp yorulup güzel bir cafede dinlenmek için oturduk ve Paris'te en aklımda kalan tatlılardan birini burada yedik. Cafe Galette krepleri ile ünlü bir cafe, Saint Germain bölgesinin çok yakınında yer alıyor. Biz bu sefer krep değil, Kouign Amann diye adlandırılan karamelli katlı kekten yedik, üzerinde de bir top karamelli dondurma ile birlikte. Aslında tek amaç az sonra yapacağımız Orsay Müzesi ziyareti için enerji toplamaktı, ama unutulmazların yanındaki yerini hemen alıverdi bizim Koing:) Mutfak günlüğümde yapılacaklar listesindeki yerini de garantiledi aynı zamanda..:)

Kouign Amann tatlısı
Orsay Müzesi'ni nispeten küçük olmasından mütevellit ben pek sevdim. Daha çok 19. yüzyıl ressamlarının koleksiyonları bulunuyor burada. Empresyonistler ve pozitivistlerin eserleri, bu akımların nereden nasıl çıktığını merak edenlere de güzel bir ışık tutuyor. Bizim ressamımız Osman Hamdi Bey'in de bir eseri vardı mesela oryantalistler kısmında. Bir de şansımıza 2 aylık Van Gogh exhibitionı vardı. Orsay'ı da gezmeye doyamadık, oldukça tavsiye ediyorum. Gidilmeli, görülmeli...

Paris'te son akşam yemeğini -off nasıl da acıklı oldu birden :((-çok daha lokal bir restoranda yiyelim dedik. Öyle ki, garsonlardan ingilizce bilen dahi yoktu mekanda, ama yediklerimiz baya baya güzel ve uygun fiyatlıydı. Restoranın adı L'aubergeade, bizim kaldığımız otele de pek yakın. Portakallı ahtapot salatası, zencefilli soğanlı portakallı balık fileto yanında sarı risotto, tatlı olarak da yine çikolata fondant yedik. Yemekler baya güzeldi ama Eiffel yakınlarında yediğimiz restorandaki Fondant kat kat daha güzeldi. Tabi bu restoranın atmosferini de göz önünde bulundurmak lazım.

Ertesi sabah erkenden Brüksele doğru yola çıkacağımız için erken sonlandırdık bu akşamı. Zaten tüm gün yürü yürü, ne kadar kassa da en geç 12de bayılıyor insan :)

O değil de Paris'e noktayı koymak zor geldi yahu... Ama bir yerde koymam gerekiyor değil mi?
Hoşçakal Paris! .














Hiç yorum yok :

Yorum Gönder