Yaklaşık 1 ay önce gittiğim, kocaman dolu dolu Paris gezisini yazmakta geç kaldım yine.
Paris anılarımın ölümsüzleşmesi de klasik bir pazar akşamına kısmetmiş. Evdeki tüm yeni hafta öncesi ıvır zıvır hazırlıkları bitirdim, sağıma, mouse'un hemen yanına kahvemi koydum, bağıra bağıra şarkı söyleme moduna da geçerek yazmaya başladım.. Fonda çalan şarkılara eşlik ederken zor oluyor birazcık yazmak. Biraz da gözüm korktu ne yalan söyleyeyim. Zira burada klişe bir laf etmeden geçemiycem:
Paris anlatılmaz, yaşanır! :) Şaka şaka. Paris de yüzölçümü diğerlerinden pek farklı olmayan bir Avrupa şehri aslında. Ama yazımın başlığında da belirttiğim gibi, bir tatilden beklenen her şeyi doyasıya yaşayabileceğiniz bir Avrupa şehri.
 |
Notre Dame ve aşıkların köprü yıkan kilitleri :) |
1.Gün
Parisin güneyinde yer alan ve merkeze oldukça uzak Orly havaalanından otele transferimiz biraz zorlu ve gün boyu bitmeyecek gibi geçse de, dışarıdaki güzel mi güzel bahar havası tüm enerjimizi yerine getirdi. Otele bavullarımızı atar atmaz
Arc de Triumph'i görmek için metroya bindik. Peşinen şunu söyleyeyim, Pariste o kadar görülecek, gezilecek mekan o kadar yakın olmayan konumlara sıralanmış ki, metro en yakın dostunuz oluyor. Biz
"N'olucak bir çok yere yürürüz yea!" gibi artistik tavırlarımızı burada uygulayamadık, uygulamaya çalıştığımızda da patladık :) Patlamalarımız ise; birkaç kilometre yürüyüp açık bulamadığımız
-in the middle of nowhere- restorandan tutun rotamızın tam ortasında deli gibi yağmura yakalanmamıza kadar bir çok talihsizlikler silsilesini barındırıyor. Herneyse, yine cak cuka dalıp konudan uzaklaşmaya başladım. Olabildiğince kısa tutmaya çalışacağım sözünü de peşinen vererek, Paris gezimin
"inceliklerine" dalıyorum...